ANİ ÇELİK AREVYAN – FOTOĞRAFLA ZAMANA BAKMAK

ANİ ÇELİK AREVYAN – FOTOĞRAFLA ZAMANA BAKMAK

Geçtiğimiz günlerde Galeri Nev İstanbul’da fotoğraf sanatçısı Ani Çelik Arevyan’ın ‘Şeffaf Kabuk’ isimli sergisi sanatseverlerle buluştu. Yaptığı işi ‘fotoğraf çekmekten çok fotoğraf yapmak’ olarak tanımlayan sanatçının solo sergisi, Nisan başına kadar gezilebilir.

Öncelikle pandemi sürecini nasıl geçirdin?

Film Şeridi… Tek bir cümle ile böyle ifade edebilirim.

Galeri Nev İstanbul’da kişisel bir sergin açıldı; ‘Şeffaf Kabuk’. Bu temayı biraz açar mısın?

Genellikle bitkiler ve figürler kullanarak oluşturduğum sahnelerle, öncelikle zaman kavramını hatırlatan ‘Overlay’ serisinde, geriye dönük bakışımla, otuz yılı aşkın bir süredir arşivimde tuttuğum fotoğrafları birleştirmeyi, geçmiş ve bugün arasındaki mesafeyi kapatmayı istedim. Bu serim, aslında ‘As Is’ serisinde sürdürdüğüm iki fotoğraf üzerine düşünme sürecimin başlangıç noktasında duruyor. ‘Overlay’de dia pozitifler birleşerek tek vücut oluyor ve sınırları sürekli çerçeveyi zorlayan birer tek fotoğrafa dönüşüyor. ‘Overlay’ serisinde hafızalarımızda ya da bir bilgisayar hafızasında olduğu gibi, her biri kodlanmış birer gerçekliğe karşılık gelen bu fotoğrafları birleştirerek yeni işaretler oluşturdum. Oluşturduğum bu işaretler artık yalnızca geçmişi değil bugünü kodluyorlar, bugünün bilgisini de içeriyorlar. Bunu mümkün kılan şey ise hafızanın katmanlardan oluşan yapısı. Fotoğraflarımdaki formların ritmiyle ortaya çıkan dans, kompozisyonlarımın bütününü kapsıyor ve figürlerimi heykelsi bir alana doğru taşıyor. Bu anlamıyla, natürmort çalışmalarımda fotoğrafik heykeller ürettiğimi düşünüyorum. Bu heykelsi formlar şimdiye dek iki boyutlu fotoğraf yüzeyi üzerinde var olduğundan düşsel bir nitelik taşıyordu. ‘Protea’da fotoğrafın içinden fırlayan nesneyi de sunumuma dahil etmek, aktarmaya çalıştığım hissiyatı daha somut hale getiriyor. Diğer erken dönem çalışmalarımda olduğu gibi ‘Overlay’ serisindeki dia pozitiflerde de heykele yönelik ilgim baskın biçimde görülüyor. Figürlerin üzerindeki amerikan kumaşı hem modasızlığı ve zamana bağlı olmamayı vurguluyor, hem de kumaşın drapeleri heykelsi duruşlar yaratıyor. ‘Between Life and Death’ serimdeki figürlerin statik duruşları antik Yunan ve Roma dönemi heykellerini anımsatırken, ‘Overlay’ serisinde üst üste binen figürlerin ürettiği dinamizm ve ortaya çıkan karmaşık kompozisyonlar onları Barok dönem heykellerine yakınlaştırıyor. ‘Overlay’deki çoklu üçgen kompozisyonlar, yalnızca imajın kendisini değil, fotoğrafların sınırlarını da belirleyen ve kadrajında kendini aradığı bir yapının ortaya çıkmasına yardımcı oluyor. Fotoğraflardaki kompozisyonlarda, birleştirdiğim figürlerin uçuşma hali onları gerçek ve hayal arasında bir yerde konumlandırıyor. Hatırlanan geçmişin zihnimizde bıraktığı izlerde olduğu gibi hafızanın kodları ve gerçek birbirine karışıyor. Sınırları muğlaklaşan ve keskinlikten uzaklaşan bu figürlerin beraberlikleri hem görünmeyi hem de yok olmayı içeriyor.

Sergideki işlerinden bahseder misin? Kaç iş görücüye çıktı?

Fotoğraflarımda, bitkiler ve insan bedeninin ifadesi olan figür arasında benzerlikler kurmayı seviyorum. Yaklaşık otuz yıldır ilgilendiğim bu tema ekseninde ürettiğim çalışmalar, zaman içinde fotoğraf birikimimin önemli bir parçası haline geldi. Bitkilerle özdeş insan figürlerinin en çok dans eden bedenleri anımsattığını düşünüyorum. Bu benzerliklerin aktardığı hareket hissi, fotoğraflarımdaki kompozisyonların da çıkış noktası. ‘Protea’’da yüksek kontrastlı siyah fon üzerinde yoğunlaşan renklerin dokunaklı bir hareketlilik duygusu yaratmasını istedim. Yakın dönem çalışmalarımda odaklandığım barok kompozisyonların çağrıştırdığı teatrallik hissini aktarmayı hedefledim. ‘Protea’, geri dönülmez biçimde zarar verdiğimiz ve yok oluşuna şahit olduğumuz doğaya yeniden bakmamızı ister. Aslında doğa, ölümü kucaklar ve kapsar. Kuru bir çiçeğin gövdesinde somutlaşan, canlılığını kaybetme hali de doğaya aittir. Doğanın ölmüş parçaları dönüşerek doğaya geri dönerler. Ancak biz, doğayı sarmalayan bir kabuk gibi duran insan yapımı nesnelerin varlığıyla yetinmemiz beklenen bir zamana doğru ilerliyoruz. Artık yalnızca bu nesnelerin şiirselliğiyle mi yetinmek zorundayız? Kuru bir çiçek fotoğrafının yanında duran metal tülün varlığı bu hüzünlü akıbet üzerinde düşünmeye çağırıyor. ‘Şeffaf Kabuk’ sergisi, dört seriden oluşan on sekiz fotoğrafın yanı sıra, metal tül ve bakırdan oluşan bir enstalasyondan oluşuyor.

Bir röportajında fotoğraf çekmediğini, fotoğraf karelerini kurguladığını söylediğini hatırlıyorum. Bu sergideki işler için yaratım süreci nasıl yürüdü?

Evet, İşlerimi yaratma sürecini, fotoğraf çekmekten çok fotoğraf yapmak diye tanımlamayı tercih ederim. Aslında ‘Hikaye anlatmak’ diyebilirim. Fotoğraflarımı genellikle seriler halinde üretmek estetik seçimlerimin ifadesi için ihtiyaç duyduğum görsel olanakları keşfetmemi sağlıyor. Farklı görüntüler olsa da serilerimin, hem kavramsal hem görsel, birbiri ile sıkı ilişkileri var. Mesela diptik, sanat pratiğimde çokça başvurduğum yöntem. Etkilendiğim çevresel veya zamansal tüm izlenimler, yaşamın, yaşanmışlığın kendisi olarak işlerime yansıyor. Örneğin, ‘Bu Dünyaya Ait İzler / Traces Of This World’ serisinde, sizin de tahmin edebileceğiniz gibi var olmayan bir gerçeklik var. Bunlar sadece benim zihnimde kurguladıklarımın fotoğraflanmış hali, yani fotoğrafa yansıyan şekli… Aynı şekilde ‘Göründüğü Gibi Değil / Nothing Is As It Seems’ de, ‘Toz ve Gök / Dust and Sky’ de, hep gerçekte var olmayan imajların zihnimdeki fotoğraflarından oluşan dışavurumlarıydı. Oysa ‘Olduğu Gibi / As Is’ tam tersi, var olanın zihnimdeki izdüşümleriyle oluşturduğum bir fotoğraf serisi oldu. Çünkü burada gördüğünüz imajların hepsi gerçekte var olan, gerçek hayatta var olan şeylerden oluşuyor. Bir köprü, bir otobüs, bir heykel, bir sokak… Bunlar yıllar içinde kendi fotoğraf estetiğimde, kendi düşüncelerimle, hiçbir amaç gözetmeden biriktirdiğim imajlar. Bir anda geriye dönüp baktığımda, -ben şu benzetmeyi yapıyorum- tavan arasında bir ansiklopedi bulmak gibi bir şey… Ve içini karıştırdığımda, geçmişime olan, daha doğrusu zamana olan yolculukla, bunların beynimde aydınlattığı yerleri, zihnimde birbirleriyle buluştukları noktaları yan yana getirerek yeni bir hikaye kurmak istedim. Ve aslında yine bir anlamda ‘fotoğraf yaptım’ fikrimi ortaya koydum.

Hem insan, hem doğa, hem mekan fotoğrafları çekiyorsun. Hepsinin kendine özgü zorlukları olmalı. Seni en çok hangisi zorluyor, hangisinden daha çok keyif alıyorsun?

Stüdyoda zihnimde kurguladığım şeyin kompozisyonunun fotoğrafını çekiyorum, diğerinde ise kompozisyonu görüp fotoğraf çekmeye karar veriyorum. İkisinin arasında böyle bir ayrım var öncelikle ama sonuçta her ikisi de belirli zihinsel süreçler sonunda ortaya çıkıyor.

Fotoğraflarımın hepsini aslında bir bütün olarak görüyorum. Bir çemberin etrafına dizilmiş gibi hepsi zihnimde birbirinin etrafında dönüyor. ‘Traces / Chrysaide / Nothing / As Is’… Hepsi aslında aynı bakışla şekillenmesine rağmen zamanın akışıyla, değişimimle birlikte onların değişimi de görünür oluyor. Her zaman ifade ettiğim gibi sonsuz ve sınırsız ifadelerle ilgileniyorum. Zaman beni de fotoğraflarımı da birbirimize yakınlaştırıp dönüştürüyor. Bu sayede kendimi dahi iyi tanıyor ve görüyorum.

En çok ne ilham veriyor sana?

Fotoğraflarımda hep zamanın akışını izledim, ‘zamana baktım’. Bazen bir çiçeği metafor olarak kullandım, bazen bilinçaltımdan süzülen ve hafızamda parlayıp sönen imgeleri iç içe geçirerek seriler ürettim. Gerçekte var olmayan imajların zihnimdeki fotoğraflarından oluşan dışavurumları oluşturdu işlerimi. Her sanatçının bir düşünme biçimi bir yaklaşımı var. Kendi yaratma sürecim de, belli bir süreklilik içinde eviriliyor ve dolayısıyla değişiyorum. Kimi zaman ‘Bu Dünyaya Ait İzler’ serisinde, çağdaş anlayışa göre gerçeklik referansının silinmesi durumuyla ilgili bir yorum öneriyorum. Kimi zaman, dijital ve fiziki dünya arasındaki yer değiştirmelerle, izleyiciyi görüntünün kendini deneyimlenmiş olanın zaman-mekan bağlamında temellendirmesi için gereken çabayla ilgili kuşku duymasına yönlendiriyorum. Çift katmanlı estetik jestlerim fotoğraf pratiğimin, güncel sanat alanındaki belirleyici özelliklerinden biri olan gerçekliğin sorgulaması için bir temel teşkil eder. Sınırsız, sonsuz ifadeleri seviyorum, çünkü zamanın neresinde olduğumuzu tam olarak bilmiyoruz.

Herkes için hayatında özel anlam taşıyan bir iş/ödül/proje vardır. Senin için de var mı?

1990 ‘Kodak Professional European Awards’ birinciliği ile Türkiye’yi temsil ettiğim Arles, Fransa’da eserlerimin yeniden sergilenmesini ve Venedik Bienali’nde fotoğraflarımla bulunmamı söylemek isterim. Sanırım bu duygu, sanatsal olan kamusal alanların ilgimi çekmesiyle alakalı.

Fotoğrafla ilgilenmeseydin ne işle uğraşıyor olurdun?

Bir sanatçının tek endişesi bir çeşit mükemmelliğe ulaşmaktır, bunun da kendini tanımakla mümkün olduğunu düşünüyorum. İnsanın kendini tanımak için, kendi dışında araçlara ihtiyacı var. Sanat da bu yüzden var belki de… Fotoğrafı, izleyicide düşünme ve iç diyalog geliştirmesi için, buna yol veren bir araç olarak kullanıyorum. Uzun süredir sadece fotoğrafla duygularımı aktarıyorum ve pek değişeceğini sanmıyorum. Sanki bir sarmalın içerisinde birbirimizi tamamlıyor, bir döngünün içinde gelişiyor gibiyiz. Fotoğraftan vazgeçeceğimi sanmıyorum.

2022’de seni başka nerelerde göreceğiz? Yurt içinde, dışında katılacağın sergiler/projeler olacak mı?

Pandeminin bana öğrettiği en belirgin şey, plan yapmanın ne kadar değişken olabileceğiydi! Aslında bu karakterime, yapıma çok uygun. Temel ihtiyaçlar hariç hayatımda plan, proje yapmayı çok bağlayıcı ve sıkıcı bulurum. Özellikle yaratım sürecimi çerçevelemekten kaçınırım. Sanırım en çok özlediğim şey seyahat etmek ve özellikle New York’ta ‘dolaşmak’ niyetimi gerçekleştireceğim.