Hem Tanıdık Hem Yepyeni – ERDEK

Hem Tanıdık Hem Yepyeni – ERDEK

Kapıdağ Yarımadası’nı nasıl bilirsiniz? Aslında belki de Kapıdağ Yarımadası’nı bilir misiniz diye sormak gerekiyor. Marmara Denizi’nin güneyinde minik bir mantar şeklinde karadan denize uzanan yarımada, çoğu kişi için 80’li yıllarda yoğun yazlıkçı istilasına uğrayan ve o gün bugündür de bu imajla anılan Erdek demek. Erdek, Kapıdağ Yarımadası’nın tam boynunda yer alıyor. Ancak yarımada sadece Erdek’ten ibaret değil, hatta Erdek bile sadece Erdek’ten ibaret değil!

Kısa tatil fırsatını değerlendirip 29 Ekim’de, İstanbul’a çok da uzak olmayan bir destinasyon keşfetmek üzere nereye gideriz diye araştırırken, daha önce Narlı sahilini görüp coğrafyasına hayran olduğum Kapıdağ Yarımadası tekrar karşıma çıktı. Yarımada çevresinde arabayla tam bir tur yapıp el değmemiş koyları, unutulmuş köyleri, hafızalardan silinmeyecek gün batımlarını görmek yaklaşık 3,5 – 4 saat sürüyordu. Yarımadanın orta yerinde bir de manastır vardı ki, fotoğraflarını ilk gördüğüm andan itibaren rüyalarıma giriyordu. Erdek’e inmek, hele de İstanbul’da Anadolu yakasında oturuyorsanız, sadece 2 saat 15 dakika. Sadece iki gecelik bir konaklama için makul bir uzaklık… O halde destinasyona karar verildi, görülecek yerler iyi, kötü belirlendi.

Peki gelelim önemli soruya; nerede kalacağız? Bu sorunun cevabı benim için özellikle önemli, sadece merak ettiği otel için seyahat edebilirim. Bu vakada merak ettiğim otel de belli;

1960’ların meşhur yazlık oteli, yörede yaşayanların, otuz yıl boyunca tatillerini burada geçirdiği için ‘Vehbi Koç beyin oteli’ olarak da andığı Pınar Otel. Burası tek başına bir yazıyı hak ediyor aslında. Zira ülkemizin zincir otellerde henüz tanışmadığı günlerden kalan az sayıdaki ikonik otelden bir tanesi.

Pınar Otel ilk olarak 1962 yılında açılmış. 60 yılı aşkın bir mirasın izlerini taşıyor. Pandemi dönemini harika bir renovasyonla geçiren Pınar Otel’i bir süredir takip ediyor ve yeniden açılışını bekliyordum. 29 Ekim tatili bu fırsatı verince organizasyon da tamamlanmış oldu. Rezervasyonumuzu yaptırdık, 28 Ekim Cuma öğlen saatlerinde arabaya atlayıp Erdek yoluna çıktık.

Masalsı Gölyazı

Gezginlik hali kişilik gibi; kimimiz daha maceracı, kimimiz daha planlı, kimimiz daha spontane bir seyahat etme stiline sahibiz. Yolda gördüğüm herhangi bir kahverengi tabelaya plansız programsız sapanlardan olduğum için, Gölyazı levhasını görünce ismin güzelliğinin büyüsüne kapılarak yolu uzatma pahasına giriverdim Uluabat Gölü kıyısındaki bu güzel mi güzel köye… Konaklamak pek mümkün değil ama yüzlerce yıllık meşhur ‘ağlayan çınar’ altında bir kahve içip gölge kısa bir tekne turu yaparken sazlıkları izlemek, küçük dalyanlara girip çıkarken uzaktan bir masal adası gibi görünen Gölyazı köyünün terkedilmiş eski Rum evlerini seyretmek biraz hüzünlü de olsa, meditatif bir etki bırakıyor insanda.

Uluabat Gölü’nün kuzeyinde iki yarımada, içinde de yedi tane ada var. Gölyazı, gölün ortasındaki adaya köprü ile bağlı. O yüzden hem ada gibi hem de ana kara ile bağlantısı var, çok güzel bir coğrafya. Göl Mayıs-Kasım arası nilüferlerle kaplı oluyormuş, biz ne yazık ki o manzarayı kaçırdık ama bol bol leylek gördük, üzerinde Bizans döneminden itibaren tarihi kalıntılar olan adaları ve özellikle kerevit ve yayın balığı avcılığı yapan kadınlı erkekli balıkçıların ağlarını onarışını izleyip “rastgele” diyerek şirin Gölyazı’dan yola devam ettik.

Öğleden sonra otelimize geldiğimizde bunca zaman Pınar Oteli boşa merak etmemişim dedim; öyle güzel ve günümüze uygun bir renovasyon geçirmiş ki… 40 oda ve 8 villa ile hizmet veren otelin iki restoranı, minik ve yeterli boyda bir spa’sı, küçük ama harika manzaralı bir gym alanı var. Biz klasik bir odada kaldık ama gittikten sonra varlığını öğrendiğim sahilde, kumsala bakan şömineli odalarında aklımız kaldı, bir dahaki sefere kesinlikle onları denemeli! Özellikle yazlık yerlerdeki otellere sezon dışı gitmeyi sevenlerdenseniz, çıtır çıtır ateş yanarken rüzgarlı fırtınalı bir günde sıcacık odanızdan Marmara Denizi’ni izlemenin keyfi paha biçilmez olmalı!

Oteli keşfe çıkıyoruz; ilk dikkat çeken son derece zarif yatay 60’lar mimarisi. Bunun değişmemiş olması mutluluk verici doğrusu. Sonra otelin önünde alabildiğine uzanan kumsalın güzelliği… Berelerimizi takıp, akşam yemeği için rezervasyon yaptırdığımız a la carte restoran Midye’nin terasında denize karşı birer yorgunluk kahvesi içiyoruz. Kaldığımız her iki akşamda da, burada da şömine ateşi eşliğinde küçük bir menüden zarif lezzetler tadıyor, kapsamlı şarap kavının keyfine varıyoruz.

Kahve sonrası geniş bahçede gezmeye çıkıyorum, sezon sakin, misafirler de adeta bu sükunetin tadını çıkarıyor. Yemyeşil çimenlerin orta yerinde bir limonluk. Merakla gidip içeri bakıyorum, harika bir sera burası içeride yok yok; geniş bir ahşap masa çevresinde fideler, ağaçlar, çiçekler… O sırada otelin bahçıvanı geliyor ve bize harika rehberlik yapıyor! Otelin tarihini, Türkan Şoray’dan Aydın Boysan’a gelmiş geçmiş ünlü konuklarını, seranın içinde nasıl fideler yetiştirip bahçelerdeki peysaj için bu fidelerin kullanıldığını anlatıyor. Seranın önündeki sıra sıra çilek tarhlarının yanı sıra bir de zeytinlikleri var, o zeytinleri kahvaltıda Zeytin restoranda tatma fırsatı da bulduk.

Otelde vakit geçirmek için ister spa’da güzel bir masaj alabilir ister resepsiyon katında Zeytin restoranın yanındaki lobi alanında oturup birşeyler içebilir, bahar aylarında terasta manzara seyredip kumsalda keyif yapabilirsiniz. Kumsalda uzun yürüyüşler de mümkün ama sezon dışı tüm yazlık yerlerde olduğu gibi burada da insan arayan ve yürüyen birini görünce hemen yanınıza gelmek isteyen köpeklerden çekinmiyorsanız…

Kirazlı Manastırı’nı Görmeden Dönmeyin

Ertesi sabah, oteldeki odamızda harika bir fotoğrafı da olan Kirazlı Manastırı keşfetmek ve Kapıdağ Yarımadası turu yapmak üzere kahvaltıdan yola yollara düşüyoruz. Erdek’ten Marmara Adası tarafına doğru başlayan tur, Ocaklar, Narlı, Turan, Ormanlı köyleri ile devam ediyor. Marmara bölgesinde olduğumuzu unutturan yemyeşil sırtlar, adeta vahşi bir deniz ile karşılaşıyoruz. Büyükova Koyu’nun genişliği ve plajının müthiş güzelliği karşında hayranlığa düşerken, yazın iğne atsanız yere düşmeyen bu bölgenin sonbahar kış döneminde böylesine ıssız olması inanılmaz geliyor. Turda yemek yiyecek bir yer bile bulamayacağınızı da söylemiş olayım, fakat manzara bu eksikliği telafi ediyor. Özellikle gün batımını buralardan izlemek müthiş bir şey.

Sahil boyunca ilerlerken, Ormanlı’dan sonra Ballıpınar’da artık sahili terk edip, yarımadanın içerilerine giriyoruz. Kirazlı Manastırı’na, buradan yaklaşık yarım saatlik bir araba yolculuğu ile gidiliyor. Aslında mesafe çok kısa ama yol çok bozuk, hatta bir patika desek olur. Arazi aracı ile çok rahat gidiliyor, ama binek araçları ile gidenler de var ve yavaş gittiğiniz sürece bir sorun olmayacaktır. Bu bölge şelaleleriyle de biliniyor, o nedenle yolun kimi yerlerinde sulardan geçiyoruz. Marmara bölgesi için gerçekten beklenmedik bir doğanın, ormanların ve yeşilin içindeyiz.

“Bu daracık yollarda nasıl bir manastır olabilir, bu kadar yol geldik bari değse” diye hafif hafif endişelenmeye başlarken, birden karşımıza çıkıyor Kirazlı. Devasa ağaçların duvarlarının üzerinden binanın içine uzandığı, çatısı kalmamış, duvarlarının bir kısmı kaybolmuş ve doğanın bütünüyle ele geçirdiği kocaman bir yapıyla karşılaşmak insanı adeta şok ediyor. Burası insanlara değil, ormana ait bir yer artık. 1895’te hizmet vermeye başlayan manastır, çok kısa bir süre içinde, 1922’de kapanmış. Zamanında bölgedeki Rum nüfusun dini merkezi olan manastırın yerinde daha önce başka bir tapınak olduğunu okumuştum. Okuduğum bazı diğer kaynaklar, manastırın açık kaldığı kısa süre içinde, Havari Lukas’ın eseri olduğuna ve mucizeler yarattığına inanılan ‘Faneromeni Meryem’i ikonasını ziyaret etmek isteyenlerin akınına uğradığını belirtiyor. Bu ünlü ikonayı günümüzde İstanbul’daki Fener Rum Patrikliği’nin katedralinde görebilirsiniz.

Kirazlı Manastırı, sırf burayı görmek için Erdek bölgesine yolunuzu düşürebileceğiniz nitelikte, olağandışı bir mekan ve burada kısa bir süre geçirmek bile insanı adeta mistik bir yerlere götürüyor. Dev ağaçlardan veya manastırın pencerelerinden birine ilişip, sadece doğaya bakıp onun sesini dinleyerek, sessizlik içinde durmak istiyor insan.

Otele akşam saatlerine doğru varınca bir masaj alıp rahatlayalım diyoruz. Balili masözümüz harika bir iş çıkarıyor. Artık Midye restoranda geçecek harika bir akşam yemeğine hazırız!

İşte iki gün geçti bile, ertesi sabah otelden ayrılırken aklımız Kyzikos antik kentinde kalıyor. Bandırma-Erdek yolu üzerinde yer alan antik kentte tapınaklar, amfitiyatro ve agora yapıları gün yüzüne çıkmış bile, özellikle Hadrian tapınağının methini çok duyduk. Otele de çok yakın olan Kyzikos’u, bir sonraki ziyaretimizde görmek üzere aklıma yazıyor ve Erdek’e, Pınar Otel’e veda ediyoruz. Tabii şimdilik!