PINAR ÇELİKEL’DEN KADIN HİKAYELERİ
Oksijen gazetesinin O2 ekinin editörü Pınar Çelikel, üç romandan sonra bir öykü kitabı çıkardı: Katre. Kitap, 13 kadın ve bir erkeğin hikayelerini anlatıyor. Kitaba sığmayanlar da yeni bir kitapta buluşmayı bekliyor.
Leyla Melek
Seni tanıyabilir miyiz?
1999’da İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdim. Üniversiteyle eş zamanlı olarak 1995’te Yeni Yüzyıl gazetesi ile gazeteciliğe başlamıştım. Sonrası da devam etti. Yeni Binyıl, Sabah ve Vatan gazetelerinde muhabirlik ve sanat editörlüğü yaptım. 2000’lerin başında ise Yapı Kredi Yayınları’nda 3 yıllık kitap editörlüğü tecrübem oldu. 2004’ten itibaren InStyle, ALL, Madame Figaro gibi dergilerde yazı işleri müdürü ve yayın yönetmeni olarak yer aldım. İlk romanım ‘35 Çok Güzel Gelsene’ nisan 2017’de Artemis Yayınları’ndan çıktı. Onu yine aynı yayınevinden ‘Kendimi Aararken Seni Buldum’ ve ‘Ya Bir Bulutsan’ romanlarım izledi. ‘Katre’, ilk öykü kitabım. Can Yayınları’nın bir markası olan Mundi Kitap tarafından şubat 2024’te yayınlandı. Bu arada pandemi döneminde yeniden üniversite sınavına girip İstanbul Üniversitesi Eski Çağ Dillleri ve Kültürleri, Eski Yunan Dili Edebiyatı bölümüne başladım. Yani Klasik Filoloji okudum. Son sınıftayım, okulun bitmesine birkaç ay kaldı. Bu eğitim, hayatımda önemli bir kırılma noktası oldu. Özellikle Eski Yunanca ve Latince metinler çalışıyorum, Antik Çağ Felsefesi ve tarihi üzerine yoğunlaşıyorum. 2021’den bu yana da Oksijen Gazetesi’nin sanat ve yaşam bölümü o2’nin editörüyüm.
Katre’nin hikayesini dinleyebilir miyiz? Katre ne demek? İsim olarak neden seçtin?
‘Katre’, 13 kadın ve 1 erkek öyküsünden oluşan bir öykü kitabı. Kitaba ismini veren Katre Osmanlıca bir çevirmenin ismi. Su damlası anlamına geliyor. Kitabın kahramanlarından biri. Sıradan bir kadın. Her gün karşılaşabileceğiniz gibi. Kendini Burgazada’ya kapatmış, kitaplarıyla yaşıyor. Yalnızlığı seçmiş. Ailesinden taşıdığı travmalar, yaşadığı kayıplar var çok diplerde. Suçluluk hisleri var. Bir gün dedesinin mektuplarını çevirtmek isteyen bir kadın ulaşıyor Katre’ye… Mektupları çevirmeyi kabul ediyor ve küçük gördüğü tasavvuf yolu ona kendi hayatında açmaya hiç cesaret edemediği kapıları açıyor. Bu öykülerden biri sadece. 13 kadının arasında bir hayat kadını da var, 16 yaşında bir genç kız da, uzun yıllardır aynı işte çalışan bir yönetici de, güzellikten başka bir şey düşünemeyen de… Her bir kadını bir damla yani katre gibi düşünürsek bir araya gelip okyanusları oluşturuyorlar, yani aslında bir bütün parçası onlar. İsim bu fikirden çıktı.
Üç romandan sonra öykü kitabı yazmak nasıldı?
Öyküleri uzun zamandır yazıp bir kenara koyuyordum aslında. Ama romanlara o kadar konsantre olmuştum ki, öyküyü bir kaçış, bir rahatlama, bir kafamı boşaltma olarak görüyordum. Öykülerin öne çıkması gerektiğine ise hayat karar verdi diyebilirim. Gazeteci olmanın getirdiği bir refleksle de yazdığımın sonucunu sayfada hemen görmenin keyfi de damarlarıma işlemiş. 10 yıl önce kendim için yazmaya karar verdiğim sırada, roman benim kendimle savaşımdı. “Bakalım o kadar sabrın var mı Pınar?” demiştim kendime. Sabırla yazıp bir sayfa üzerinde günlerce düşünmeyi öğrendim. Sonrasında hayatımın bir parçası haline geldi romana ayırdığım zaman. Yazılanlardan çok süreçte hissettiklerimin bağımlısı oldum. Plan yapmak, ince ince bir yapı oluşturmak. Üçüncü romandan sonra hayatıma yeniden üniversite günleri girince Grekçe ve Latince dersleri ile ödevlerim romana ayırdığım vakitten çalmaya başladılar. Ama yazmadan durmak mümkün değil benim için. Öyküye sığındım bu süreçte de… Hepsini kısa romanlar gibi düşünerek. Fakülte bitmek üzere, klasik filolog olmama üç ay kaldı ve masamın üzerinde yeni bir roman taslağı var.
Kitaptaki öykülerin kahramanları, biri hariç kadın. Bu kadınlar gerçekten var olan kadınlar mı?
Öyle gerçekler ki sanki yaşamışlar gibi değil mi? Hepsi duyduklarım, biriktirdiklerim ve üzerine eklediklerimle var olan kadınlar. Hepsine her gün sokakta rastlayabilirsiniz. Zaman ve mekan farklı olsa da kadınlık halleri değişmiyor. Şöyle örnek vereyim en eski hikaye 1986’da Aksaray’da geçen Demet, çünkü o aslında en sevdiğim eski Yunan mitoslarından Demeter ve kızı Persephone’un 1980’lere taşınmış hali. Hikaye ve gölgesi belki de 10 bin yıllık. Günümüze taşıdığımız zaman ise pek de değişen bir şey yok: Güce sahip olan, kadının da en güzeline sahip olmak istiyor. 1927’den Süreyya’nın hikayesi de kitapta önemli bir durak. Çünkü tek gerçek hikaye. Savaş sonrası kadın olmak, yokluktan mutluluklar çıkarmak üzerine. Kendi kişisel aile tarihimden de izler taşıması bakımından önemli. Süreyya dedemin ilk karısı ama babaannem değil. Ailemizde hep anlatılan biriydi. Hep de merak ederdim. O dönemde böyle güçlü bir kadın nasıl biriydi acaba? Sert bir adamdı dedem, savaş görmüş. “Nasıl bir kadın onu alt etmiş olabilir?” derdim içimden. Tarihsel olaylar dedemin anlattıklarından ama Süreyya tamamen benim hayal gücümün ürünü. Belki de hiç de öyle biri değildi. Bir roman da olabilirdi ama öykü olarak da eksikleriyle iyi oldu bence.
Kahramanların ortak özellikleri var mı?
13 tane kadın kendini anlatıyor. Farklı şehirlerdeler, yıllar bambaşka, sosyal statüleri, eğitimleri bambaşka. Ama her birinin bir görüneni ve altta da bir gölgesi var. Nalan çok sevmiş ama kandırılmış, hayal kırıklığını dünyadan çıkartıyor. Burcu çağımızın güzellik kalıpları arasında sıkışıp kalmış, kendini hiç beğenmiyor, hatta birinin onu beğenebileceğini hayal bile edemiyor. Ebru mutlu bir evliliği var sanıyor ve hayatı mış gibi yaşıyor. Sanki her şey yolundaymış gibi. Süreyya hayatın çok başına ve bir aşkın hayatın anlamı olması gerektiğini sanıyor. Elvan ise toplumsal bir olayın tam ortasında içinde olduğu grupla birlikte hissettiklerini özel hayatındaki hisleriyle birleştirip isyan ediyor. İsyanının ortaya çıkışı ise cinsellikle oluyor. Onunki sevişmek değil bilakis hayattan intikam almak. Ve diğer kadınlar… Hepsi bir araya geldiğince bence bir bütünlük ortaya çıkıyor. Öykülerde kadınlar değişiyor ama gölgeleri aynı. Bir ormandaki ağaçların görmediğimiz köklerinin toprak altında iç içe geçmesi ve öyle bir uyum içinde yaşamaları gibi düşünün. Benim derdim hep sevgi ile, özellikle sevilmemekten ve bunun getirdiği onaylanma ihtiyacından doğan bastırılmış öfkeler ve bu öfkeleri yok saymakla ilgili. Miş gibi yapmak ve hayatı miş gibi yaşamakla ilgili. İyiymiş gibi, derdi yokmuş gibi, ilişkisi iyi gidiyormuş gibi, umru değilmiş gibi…
Kadın hakları meselesine nasıl bakıyorsun? Bir kızın var. Kendini sıkı bir kadın hakları savunucusu olarak tanımlayabilir misin?
Daha önce de söylemiştim, yine söyleyeyim ki kendimi feminist bulmuyorum. Ben kadın ve erkeğin doğa ile denge içinde bir arada var olmasından yanayım her zaman. Bir ahenk oluşturmaları hoşuma gider. Ancak diğer yandan özellikle bizim gibi toplumlarda bunun pek mümkün olmadığını görecek kadar da gözlerim açık. İster istemez hakkımızı savunmak zorunda kalıyoruz. Hem kendimiz hem de kız kardeşlerimiz, kızlarımız için. Bu kadının doğasını değiştiren bir şey. Özümüzü yaşayamıyor ama hep onu arıyoruz bizler. O az önce söz ettiğim ahengi yakalamak isterlerken, en büyük engel de ‘sevilme ve kabul görme ihtiyacı’ hissiyle çıkıyor karşımıza. Bu ihtiyaç kadınların kendilerinden vazgeçmelerine neden oluyor. Bunu sıkça gözlemliyorum. Sadece çevremde değil üstelik, ekranda, siyasette, sokakta eğitim fark etmeksizin herhangi bir kadınla konuşurken…
Sırada ne var? Edebiyat serüvenini romanla mı yoksa öykülerle mi sürdürmeyi düşünüyorsun?
Öyküler bir kenarda birikmeye devam ediyor. Şimdiden bir kitap daha olabilecek kadar öykü var. Diğer yandan yeni bir romana başladım. Antik çağdan bir kadın figürün günümüzü tecrübe etmesi üzerine. Dört yıldır biriktirdiklerimi bir romanla ortaya dökme vakti. Bakalım gazetecilik rutini ne kadar izin verecek ve ne zaman bitecek.