Mücevherin SESSİZ HAFIZASI

Ece Ermeç Üster, orta çağdan günümüze 1200 parça içeren düny anın en zengin mücevher koleksiyonlarından birinin küratörlerinden Mathieu Rousset-Perrier ile Paris’te görüştü.

Paris’in merkezinde, Louvre’un hemen yanında yer alan Musée des Arts Décoratifs, dünyanın en zengin mücevher koleksiyonlarından birine ev sahipliği yapıyor. İkinci katta yer alan Galerie des Bijoux, ziyaretçiyi Orta çağdan günü­müze uzanan büyüleyici bir yolculuğa çıkarıyor. 1200’den fazla parça kronolojik bir düzen içinde sergileniyor: Orta çağ yüzüklerinden ve Rönesans kolyelerinden, 18. ve 19. yüzyılın zarif tasarımlarına; Art Nouveau’nun René Lalique, Georges Fouquet ve Lu­cien Gaillard imzalı şaheserlerinden, Art Deco’nun Raymond Templier ve Cartier gibi ustalarına kadar…

Galeriyi tasarlayan mimar Roberto Ostinelli, ziyaretçiyi iki ayrı mekân arasında gezdiriyor: antik koleksiyonun sergilendiği ilk bölüm ve çağdaş işlerin bulunduğu ikinci bölüm, müzenin giriş salonunun üzerinde yer alan cam bir köprüyle birbirine bağlanıyor. Bu köprüden geçerken aslında yalnızca iki mekân arasında değil, yüzyıllar boyunca uzanan bir estetik serüvenin içinden yürüyorsunuz.

Paris’in kalbinde, Louvre’un gölgesinde yer alan Musée des Arts Décoratifs, ilk bakışta yalnızca sanat meraklılarının uğrak yeri gibi görünür. Oysa ikinci kattaki Mücevher Galerisi, ziyaretçiyi bambaşka bir yolculuğa çıkarıyor.

Dünyanın Her Yerinden Mücevherler

Sergilenen parçalar yalnızca Batı mücevher sanatını değil; Çin, Japonya ve Hindistan’dan örnekleri de kapsıyor. Koleksiyonun zenginliği, Henri Vever’in 1924’teki bağışından, Cartier, Boucheron, Chanel ve Van Cleef & Arpels gibi büyük evlerin katkılarına, bağımsız sanatçılar ve çağdaş tasarımcıların yenilikçi işlerine kadar uzanıyor. Böylece galeri, hem tarihsel sürekliliği hem de yaratıcılığın çeşitliliğini gözler önüne seriyor.

İşte tam da bu dünyada, mücevherin yalnızca parıltılı bir obje değil, aynı zamanda zamanın saklayıcısı olduğuna inanan bir yö­netici görev yapıyor: Mathieu Rousset-Perrier.

Paris’in kalbinde, Louvre’un gölgesinde yer alan Musée des Arts Décoratifs, ilk ba­kışta yalnızca sanat meraklılarının uğrak yeri gibi görünür. Oysa ikinci kattaki Mücevher Galerisi, ziyaretçiyi bambaşka bir yolculuğa çıkarıyor. Cam vitrinlerin ardında sergilenen yüzükler, broşlar ve kolyeler, yalnızca taşla­rın ışıltısı değil, yüzyılların biriktirdiği anılarla parlar. Bu büyülü atmosferin ardındaki isimlerden biri, koleksiyonun küratörlerinden Mathieu Rousset Perrier. Onunla, hem mü­cevherin büyüsünü hem de bu sessiz hafıza nesnelerinin ardındaki hikâyeleri konuştuk.

Mücevherle İlk Temas, İlk Anı

Mathieu’nun mücevherle ilk teması şaşırtıcı biçimde sade bir anıya dayanıyor. Çocukken annesinin parmağındaki nişan yüzüğü onu büyülemiş. “Çok büyük olmayan bir pırlanta, dört tırnaklı platin montürün içinde, adeta havada süzülüyordu. Altı boş olduğu için ışığı yakalıyor ve inanılmaz parlıyordu,” diye anlatıyor. O küçücük taşın çocuk gözlerinde yarattığı etki, bugün hâlâ belleğinde capcan­lı. “Mücevherle ilk temasım, aslında estetik bir heyecandı. Hâlâ annemin parmağında. Bir gün bana kalır diye umuyorum” diyor, gülümseyerek.

İlginçtir ki Mathieu, bunca yıllık birikimine rağmen kendisi hiç mücevher takmıyor. Ne yüzük, ne kolye, ne de saat… “Arzularımın peşinden gidecek bütçem yok,” diyerek espri yapıyor. Ama kişiliğini bir parçayla anlatması gerekse, küçük parmağa takılan sade bir yüzük olurdu: platin ya da beyaz altından, üzerinde inci, safir ya da akik taşı. “Çünkü bazen en değerli şey, dışarıdan görülmeyen, gizli kalmış detaylardadır.”

Onu dinlerken Paris’in kendisiyle mücevher arasında tuhaf bir benzerlik kuruyorum. Nasıl ki şehir, defalarca ge­zildiğinde bile yeni bir cephe, gizlenmiş bir heykel ya da hiç fark edilmemiş bir sokakla karşımıza çıkıyorsa; mücev­herler de aynı inceliği taşıyor. Mathieu bu benzetmeyi doğ­rularcasına, “Paris’in en güzel yanı bu. Tanıdığınızı sandı­ğınız bir semtte yürürken, bir anda hiç fark etmediğiniz bir detayla karşılaşabilirsiniz. İstanbul’un da böyle olduğunu Ferzan Özpetek’in filmlerinden öğrendim; özellikle tarihi semtlerini gezmek çok isterim,” diyor.

Bir parçayı sanat eseri yapan şeyin ne olduğunu sordu­ğumda, cevabı net: “Teknik incelik.” Ona göre en büyük ustalardan René Lalique’in tarihsel önemi de burada yatı­yor. “O, büyük taşlardan çok mine işçiliğini, renklerin ve hacimlerin inceliğini öne çıkarıyordu. Bir mücevherin arka­sı da önü kadar özenle işlendiğinde, her baktığınızda yeni bir detay keşfettiğinizde, işte o zaman sanat eseri olur.”

Müzenin koleksiyonunda onu en çok etkileyen parça­lardan biri, Amerikalı şair Nathalie Clifford Barney’e ait olanlar. “Sevgilileri ona bir çok Lalique tasarımları hedi­ye etmişler. Yıldız ve yarasa motifli bir bilezik vardı ki, olağanüstüydü. 1900’lerde giyislierin altında gizli kalsa da, böylesi bir aksesuar, başlı başına bir ifade biçimiydi.”

Mathieu’nun ilgisi yalnızca Batı mücevherleriyle sınırlı değil. Çin üzerine yaptığı çalışmalar, ona bambaşka bir ba­kış açısı kazandırmış. Tayvan’daki Ulusal Saray Müzesi’nde gördüğü imparatorluk mücevher koleksiyonu arasındaki saç iğnelerinden söz ederken gözleri parlıyor: “Adeta titre­yen, yaşayan küçük manzaralar gibiydiler. Batı’da değerli taş ön plandadır; oysa Çin mücevherlerinde malzemenin dokusu, şiirselliği öne çıkar.”

Keşif Süreci

Yürüttüğü yöneticilik onun için yalnızca bir koruma işi değil, aynı zamanda bir keşif süreci. Koleksiyonun zengin­liğini anlatırken “Çeşitlilik en büyük gücümüz,” diyor. Car­tier ve Boucheron gibi büyük evlerin bağışlarından, genç ve bağımsız tasarımcıların cesur işlerine kadar uzanan geniş bir yelpazeyi işaret ediyor. Çağdaş mücevherlerin koleksiyona kabulünde en önemli ölçütün ise “tasarımcı­nın kendine özgü bir dil yaratması, diğerlerinden farklı bir estetik güce sahip olması” olduğunu vurguluyor.

Zaman zaman müze çalışmalarını arkeolojiye benze­tiyor: “Her parça bir keşif alanı. Yıllardır bildiğiniz bir mücevhere yeniden bakıp hiç fark etmediğiniz bir detayı görebilirsiniz. Bu mesleğin en güzel yanı bu.”

Peki kendi tasarlasa? Tereddütsüz yanıtlıyor: “1910’lar. Art Deco’nun filizlenmeye başladığı, kısa ama çok zarif bir dönem. Malzeme olarak inci, akik, yeşim ve oksitlenmiş gümüşü bir araya getirirdim. O kontrast beni heyecanlan­dırıyor.”

Söyleşinin sonunda ona hâlâ büyülendiği bir şey olup olmadığını soruyorum. Hiç düşünmeden yanıtlıyor: “Her şey! Tanıdığım bir parçaya yeniden bakıp hiç fark etmedi­ğim bir detayı keşfetmek ya da yeni bir malzeme görmek beni hâlâ heyecanlandırıyor. Geçen yıl TEFAF’ta mamut dişi fosilinden yapılmış bir çift küpe gördüm, inanılmazdı. Bu şaşkınlık hiç kaybolmuyor. Ve iyi ki de öyle… Demek ki doğru yerdeyim.”

Mathieu Rousset Perrier’i dinlerken anlıyorsunuz ki, mücevher onun için yalnızca estetik bir nesne değil. O, kuşakların sessiz tanığı, kişisel tarihin en incelikli saklayı­cısı. Belki de bu yüzden, küçük bir yüzüğün parıltısında bile tüm bir ömrün hikâyesi gizleniyor.

 

ECE ERMEÇ ÜSTER  @jewelery.muse